TÜRKIYE’DE ABARTILI BIR “ORYANTALIZM ELEŞTIRISI”, özellikle entelektüel kamusal alanda daha hâkim bir konum elde etmeye çabalayan İslami entelijansiyanın bir karşı-epistemoloji üretmek için istifade ettiği bir retorik oldu. “Oryantalizm”, “iç-oryantalizm”, “içselleştirilmiş oryantalizm” gibi kavramlar da sol ve liberal retorikleri itibarsızlaştırmaya ve “ifşa etmeye” yönelik olarak işlevselleştirildi. Bununla beraber, Türkiye’de İslami epistemolojik cemaatinde yükselen “oryantalizm-eleştirileri”, ilginç bir şekilde, şarkiyatçılar gibi, Ortadoğu çalışmaları için disiplinler-arası ama daha çok disiplinler-üstü bir “Ortadoğu bilimi” ihdas etmeye ve bu şekilde şarkiyatçılığı yeniden üretmeye yöneldi. Bu “müdahale”de, bu nevzuhur sürece ilişkin bazı gözlemler paylaşılacaktır.
SETA araştırmacılarından Ufuk Ulutaş, entelektüel kamuoyunda birden türeyen kendinden menkul “Ortadoğu uzmanı” enflasyonu arasında yüzeysel ve Wikipedia bilgisiyle uzmanlık “kesenlerden” farklı olarak, derin ve ciddi bir Ortadoğu uzmanlığının nasıl edinebileceğine ilişkin tavsiyeler verirken, Ortadoğu’yu bilimsel nesne olmaktan çıkararak ve ancak bir manevi yakınlık kurularak anlaşılacak bir metafizik öze dönüştürmenin bir örneğini vermektedir. Ulutaş’a (2012) göre, “Antropolojiden teolojiye, sosyolojiden siyaset bilimine, coğrafyadan dilbilime kadar uzanan geniş bir disiplinler arası çalışma, Ortadoğu’nun farklı zaviyelerden
okunabilmesine, bir boyutla sınırlandırılmamasına ve dolayısıyla güncel analizlerin isabetinin güçlendirilmesine sebep olacaktır”. Ulutaş için Ortadoğu, bir siyaset bilimcinin, bir sosyologun, bir tarihçinin sadece kendi disiplininin imkânları içinden anlaşılamaz ve disiplinlerin dar kalıplarından anlaşılamayacak bir metafizik, bir “öz” taşımaktadır.

Buna göre, üzerinde çalışılan topluma, coğrafyaya ve kültüre nüfuz edemeden, empati kurmadan, hakkını veren bir çalışma yapılamaz. Topluma dokunamadan, onun kılcal damarlarına nüfuz etmeden yapılacak akademik üretim eksik kalacaktır: “Üçüncü ve hayati sacayağı ise, ayağın hakkında konuştuğun topraklara basmasıdır. Ortadoğu veya herhangi bir bölge uzmanlığı masa başı yoruma müsaade etmemektedir.” Ulutaş’a göre, “Mescid-i Aksa’da namaz kılmadan veya Kıyamet Kilisesi ya da Ağlama Duvarı’na dokunmadan, İran’da insanların söyledikleri bazı şeyleri aslında sadece gelenek (taruf) icabı söylediklerini öğrenmeden (…) zengin bir Suudlu’nun sofrasına misafir olmadan veya fakir bir Ürdünlü Bedevi’nin tabununu paylaşmadan (…) konuşmak tabiri caizse hariçten gazel okumaya benzemektedir.” Benzer bir tahlili, İngiltere’yi çalışacak, İngiltere’yi anlamaya çalışan birine önermek kuşkusuz abes olacaktır. İngiltere’yi anlamak için fish & chips yemeye, pubda ale içmeye, Old Trafford’da Manchester United’ın maçını izlemeye gerek yoktur. Pekâlâ, bir ekonomistin ya da uluslararası ilişkiler uzmanının bu tür kültürel kodlara nüfuz etmesi, böyle coşkuyla beklenmemektedir. Ancak Ortadoğu için bu lirik beklentiler dillendirilebilmektedir. İlginçtir, yazar, hemen akabinde, tıpkı 17.-18. yüzyılın Oxford’daki, Leiden’daki kürsü şarkiyatçıları gibi metinlere mühim ve yarı-kutsal bir anlam atfetmektedir: “İbn Batuta’nın ‘Rıhle’si veya Tudelalı Binyamin’in ‘Sefer Ha-Masaot’u ile seyahat etmeden, İbn Haldun’un ‘Mukaddime’si hatmedilmeden, İbn İshak’ın Siret’i okunmadan, Kuran iklimine girilmeden ve hadisler deryasına dalınmadan, Yahudi ve Hıristiyan dini kaynaklara başvurulmadan yapılacak Ortadoğu analizlerinin bir tarafı her zaman eksik kalacaktır.” Yine ilginçtir, Ulutaş, tam da Edward Said’in mahkûm ettiği şarkiyatçı akademik kültürü yeniden üretmektedir. Bu da anlaşılırdır; zira tıpkı şarkiyatçılar gibi Ulutaş için de, “Doğu”, sadece mekânsal değil ama aynı zamanda bir soyutlama, bir idea olarak vardır. Haliyle de bu mefhumu kavramak için, Batı Avrupa, ABD, Latin Amerika coğrafyalarını çalışma metodolojilerinden farklı olarak, her disiplinin kendi ihtisasları ve metodolojileri içinden açıklama kapasiteleri yetersizdir. “Doğu”, bir bütün olarak kavranmalıdır. Farklı kategorilerdeki olgular, sosyal bilimlerin bir nesnesi olarak ele alınmak yerine, “büyük resmin”, yani Doğu’nun kendine özgü doğası içinde anlamlandırılmalıdır. Ulutaş’ın bu kısa makalesi, temayüz etmekte olan “Ortadoğu” temelinde bir epistemolojik üstünlük kurmaya yönelik yaygın bir retoriğin veciz bir örneğidir.
Bu perspektif, bir yandan da bilimin araştırma nesnesine bir duygusal mesafeden yaklaşması ilkesine de tezattır. Ancak zaten oryantalizmle yoğrulmuş bu paradigma, bir “istisna hali” önermektedir. Hakiki bir uzman, Ortadoğu’yu solumalı, içinde hissetmelidir. Buradaki örtük ön kabul, Ortadoğu uzmanının Ortadoğu’yu ancak empatiyle ve kurduğu sempati bağıyla “anlayabileceğidir”. Bu da aslında yine Batılı akademik literatürden esinlenmektedir. Johann Gustav Droysen, Wilhelm Dilthey ve Max Weber’in kavramsallaştırdıkları yorumsamacı sosyoloji [Verstehende Soziologie], sosyal olguların katı maddi gerçeklikler olarak ele alınamayacağından hareketle, toplumsallıkları derinlikli şekilde anlamayı ve bir mana evreniyle tanımlamayı önermektedir. Aynı şekilde 1968 sonrası madunları (kadınlar, yoksullar, Üçüncü Dünya toplumları, azınlıklar) çalışan ve genelde adeta bir mesleki eğilim olarak sol/radikal siyasal çizgiyi benimsemiş antropologlar da, gözlemledikleri insanlar ve gruplara ilişkin empatik ve siyaseten ilerici bir dil geliştirmeyi tartışmaktadırlar.
Bu özcülük ve içselleştirilmiş oryantalizm, zaten yükselen İslami medeniyetçiliğin
kurucu diskurudur. Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması makalesi, kısa zamanda, 1990’ların pop entelektüellerinin, çoğunlukla lanetlemek amaçlı olmak üzere portföyüne girmişti. Huntington’dan ve Fukuyama’nın tarihin sonundan bahsedenler, bu şekilde entelektüelliklerini ve dünya siyasetine hâkimiyetlerini ispatlamaktaydılar. Türkiye’de de Huntington’a reddiye adeta bir tür haline geldi. Emre Kongar’dan (2001) Ahmet Davutoğlu’na (2001: 51-2), Huntington’ın perspektifi ve onun “Amerikan siyasi önceliklerinin meşrulaştırıcı” niteliği mahkûm edildi. Huntington’a göre, dünyada Konfüçyusçu medeniyetten Afrika medeniyetine “yedi ya da sekiz önde gelen medeniyet” medeniyet mevcuttur. Uluslararası siyasetin katı güç siyasetini ve karmaşık dinamiklerini bir detay olarak gören makaleye göre, en son kertede belirleyici olan medeniyetlerin ayrışması olacaktır. Ancak ilginçtir, Huntington’ın özcülüğünü eleştirenler, aynı hevesle aynı özcülüğü üretmekte gecikmediler.
1980’lerden itibaren, Avrupa’da kavramların birer kurgu ve retorik olarak tarihsellikleri içinde soykütüklerini çıkaran çalışmaların yaygınlaşmasıyla, birçok tarihçi ve sosyal bilimci “Doğu” ve “Batı” kavramlarına yöneldi. En son olarak, Nancy Bisaha (2006), “Doğu” ve “Batı” kavramlarını Rönesans hümanizminin kendi farkındalığı geliştirmesinin akabinde bir ayrıştırma retoriği olarak geliştirdiğini iddia etmektedir. İlginçtir, bir Batı üstünlüğü, özcülüğü ve ayrıksılığı iddiası olarak bu kavramlar, bir ince dokunuşla Doğu’nun üstünlük iddiası ve Batı’nın görünürdeki materyalist gücüne karşı Doğu’nun bir tür “manevi üstünlüğe” sahip olduğu iddiasına dönüşmüştür. Açıktır ki, medeniyet kavramsallaştırması da bizatihi bir “Batı” kavramsallaştırmasıdır.
Zivilisation [medeniyet] ve Kultur [kültür] ayrımı, ilk olarak 18. yüzyıl sonu Alman milliyetçi romantikleri tarafından Alman ayrıksılığı iddiasına yönelik geliştirilmiştir. Buna göre, Aydınlanma ile özdeş Fransızlar, evrenselci ve milli-manevi derinlik ve duyarlılıktan yoksun Zivilisation’un taşıyıcılarıyken; Almanlar, milli ve topraklarından neşet eden Kultur’u sinelerinde barındırırlar. Aynı Zivilisation kavramı, Oswald Spengler (1973; 1978) tarafından da Batı “medeniyeti”nin kofluğunu ve geçiciliğini ortaya koymaya yönelik kavramsallaştırılmıştır. Spengler’e göre, hâlihazırdaki Avrupa, insanlığın en gelişkin halini temsil etmemektedir. Aksine bir tarihsel konjonktürde yükselmiş ama tıpkı öncelleri gibi çökmeye mahkûm medeniyetlerden sadece biridir. Koyu bir Alman milliyetçisi ve anti-Aydınlanmacı kültürün taşıyıcısı olan Spengler için, “Batı” medeniyeti, maneviyatla yoğrulmuş Alman Kultur’unun aksine materyalizmle özdeştir.
İşte bu Avrupa karşı-Aydınlanma (7) düşünsel mirası üzerine dayalı bir Doğu kavramsallaştırmasını ve izleğini Türkiye’deki yeni İslami söyleme nüfuz etmiş olarak görmekteyiz. Buna göre, bugün Batı “materyalist” olduğundan olsa gerek, sosyal bilimlerin katı metodolojileri üzerinden anlaşılabilmekteyken; Doğu’ya, o kadar yüzeysel ve düz bir okumayla nüfuz edilemez. Aynı şekilde, Ortadoğu çalışmaları da Latin Amerika, Uzak Asya gibi “bölge çalışmaları”ndan [area studies] bu bakımdan ayrışır. Hatta öyle ki, Çin, Hindistan, bu bakımdan “Doğu” olmazken, mesela Çin ekonomisi, ekonominin tunç kanunları üzerinden anlaşılabilirken; İslam dünyası, bu bakımdan “Doğu” addedilmektedir. Önerilen, Ortadoğu çalışan bir siyaset bilimci ya da antropolog değil, bir Ortadoğu uzmanıdır.
“Yeniden üretilen şarkiyatçılık”, kuşkusuz daha derinlikli bir eleştiriyi hak etmektedir. Ortadoğu’yu bilimsel bilgi nesnesi olarak konumlamaktan kaçınmak ve bu varsayılan manevi evrene sosyal bilim metodolojilerini aşan bir öz atfetmekten daha “oryantalist” ne olabilir ki? Kaldı ki, zaten “Batı” ve “Doğu” mefhumlarını bir gerçeklik olarak tanımlamak, tam da oryantalizmin tanımıdır. (8)

 

*Doğan GÜRPINAR – Doçent Doktor/ İstanbul Teknik Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü, İlişkisel Sosyal Bilimler Dergisi Sayı 1 – Modus Operandi, Mart 2015

KAYNAKÇA
Bisaha, N. (2006), Creating East and West: Renaissance Humanists and the Ottoman
Turks, Chicago: The University of Chicago Press.
Davutoğlu, A. (2001), Stratejik Derinlik, İstanbul: Küre Yayınları.
Kongar, E. (2001), Küresel Terör ve Türkiye, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Lewis, B. (2014), Bir Orta Doğu Tarihçisinin Notları, Ankara: Arkadaş Yayınları.
Spengler, O. (1973), İnsan ve Teknik, Ankara: Töre Devlet Yayınları.
––– (1978), Batının Çöküşü, İstanbul: Dergâh Yayınları.
Ulutaş, U. (2012, 17 Eylül), ‘Nasıl ‘Orta Doğu Uzmanı’ Olunur?’, Star Açık Görüş.
değil, tezi
7 – Karşı-Aydınlanma kültürü ve literatürü için bkz. Garrard, G. (2005), Counter-
Enlightenments, New York ve Londra: Routledge.
8 – Son olarak, Türkiye’deki oryantalizm eleştirilerinin merkezine yerleştirilmiş ve
en kötücül haliyle oryantalizmin vücut bulmuş hali addedilen Bernard Lewis’in
okuyucularına bir Ortadoğu tarihçisinin nasıl çalışması gerektiğine ilişkin önerilerine
göz gezdirmek faydalı olacaktır. Lewis (2014: 3), otobiyografisine şöyle
başlamaktadır: “Uzun hayatım boyunca, esas olarak Orta Doğu çalışmalarıyla
ilgilendim. (…) En başından itibaren toplumu, dillerini öğrenerek, eserlerini okuyarak,
yaşadığı yerleri gezerek ve insanlarıyla konuşup onları dinleyerek, içinden
anlamaya çalıştım.” Yani Lewis, tam da yukarıda idealize edilen “yerlileşmiş”
[gone native] “Ortadoğu uzmanı”nı tanımlamaktadır ki; bu tanım, aslında şarkiyatçı
kültürün ta kendisidir. Aynı şekilde, Lewis (2014: 53), otobiyografisinde
diğer Batılı akademisyen ve araştırmacıların aksine “Türkiye’ye (…) Batı’dan değil, tezi (…) üzerine çalıştığı (…) Suriye’den gel[diğini]” not etmesiyle ima
ettiği “yerellik” argümanı ve “Batı-merkezciliğe eleştirelliği” ile daha da güçlü
puan alacaktır. Elbette Lewis’in tarihçiliği ve ideolojik angajmanları için çok şey
söylenebilir, ancak yukarıda ifade edilen oryantalizm eleştirileri bağlam dışıdır.

 

Reklam